Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (5)

14 Ağustos 2013     

Kemalist düzenle, yani geleneksel laik “merkez” ile ilişkilerin yeniden belirlenmesine ilişkin geçen haftaki yazımızda bahsettiğimiz çerçeve içerisinde, çevrenin talep ve beklentilerinin çatışmalardan uzak ve doğru bir biçimde yorumlanması şarttı. Akdoğan’a göre, AKP’nin geleneksel siyasal İslam partilerinden farklı olarak bu konudaki başarısı, tam olarak, çevrenin merkeze yönelik olan taleplerinin doğru bir yorumuna girişebilmesinden kaynaklanmaktaydı. Kısacası, ülkenin ekonomik sisteminde Müslüman iş çevrelerinin aşamalı bir şekilde güçlenmesi için hükümet partisinin olabildiğince daha fazla çatışmadan kaçınması ve “geleneksel merkez” ile “çevrenin güçlerinin” endişelerini dengede tutması gerekiyordu. Dolayısıyla yeni hükümetin misyonu 1997 darbesinin ve 2001 ekonomik krizinin ardından ülkenin siyasi ve ekonomik sisteminin görece olarak normalleştirilmesiydi. Yani 1980 darbesinden sonra Özal’ın Anavatan Partisi’nin üstlendiği misyonun standartlarına göre, kapitalizmin yeni aşamasının kesintisiz gelişimi yönüne doğru itecek bir normalleşmeydi. Yalçın Akdoğan yukarıdaki gerekliliği “çevreyle merkezi uzlaşma zeminine davet eden AK Parti olmuştur” diyerek ifade ediyordu.

Muhafazakâr demokrasi teorileri “İslami” burjuvazinin beklenti ve çıkarlarına göre partinin Türk siyasi haritasında yerini alması gereksinimine de yanıt vermeleri gerekiyordu. Dolayısıyla parti kitlesel destek yeteneğini koruyan, bir burjuva çıkarları partisi olarak meşruluk kazanmalıydı. Bu amaca yönelik olarak, en uygun olan yer “Türk merkez sağı” idi. Partinin beraberinde getirdiği yenilik daha önceki siyasi oluşumların temel karakteristiklerinin altüst edilmesi ve kendisinin “siyasi merkezde” yerini almasıydı. Tayyip Erdoğan’a göre, AKP’nin ortaya çıkmasından önce iki tip parti mevcuttu. Birincisi sadece belirli bir ideoloji temelinde faaliyet gösteren ve “siyasi olarak kardeş” gibi davranan partilerdi. Diğerleri de hiçbir ideolojisi olmadan sadece kazanç kaynaklarının paylaşımını hedefleyen, yani “siyasi şirket” gibi olan partilerdi. Erdoğan yukarıdakinden farklı olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kitlelere yönelik belirli siyasi tezlere sahip olan bir parti olduğunu söylüyordu. Böylece, liderine göre AKP “toplumsal merkezden aldığı güçle siyasi merkezi yeniden inşa etmiş ve merkez sağın tartışmasız tek gücü haline geldi”.

Başka bir düzeyde, “İslamcı” burjuva sınıfının çıkarlarının daha iyi temsili, neoliberal küreselleşmenin genel çevresi ile gelen (ideolojik ve kültürel) özelliklerin bileşimini dayatıyordu. Bu noktada “alternatif modernleşme” ve kapitalist kalkınmada toplumun kendine özgü niteliklerinin rolü hakkındaki tartışmalar AKP’nin kendisinin üzerinde çalıştığı konular oldu. Bazı süreçlerde, ülkenin çağdaşlaşma evrimi hakkındaki bazı yaklaşımların değişmesinin gerektiği kanaatinin yoğun derecede olduğu gözüküyordu. Türk kalkınmasının Kemalist versiyonuna karşı parti çevrelerinin geliştirdiği eleştiri, özellikle toplumun geçmişinden ve -din de dâhil olmak üzere- geleneksel karakteristik özelliklerinden otoriter bir biçimde koparılmasına odaklandı. AKP’nin 2002 Seçim Beyannamesi’nde “Modernleşme döneminde Türkiye’nin çağdaşlaşması, öncelikle geleneksel kültür ve değerlerin terk edilmesi şeklinde anlaşılmıştır. Oysa çağdaşlaşma, toplumun kendi dinamikleriyle kendini yenilemesi ve değişen ihtiyaçlarını karşılayabilmesidir” deniyordu.

Bu yolla hükümet partisi “modernleşme”nin yani yeni aşamasında kapitalist kalkınmanın genişletilmesi nihai hedefiyle toplumun geleneksel değerlerini yeniden yorumlayarak tekrar ön plana getirdi. Bizzat Erdoğan “küreselleşmenin lokomotifi her ne kadar ekonomiyse de, küreselleşme toplumsal dinamikleri harekete geçirerek ve yerel zenginlikleri sürece katarak ancak istikrarı yakalayabilir” diye vurguluyordu. Modernleşme, geleneği etkisizleştirmeksizin, evrenselliği yerel özelliklerle bir araya getirdiği ve sonuçta “başka-alternatif bir modernleşme” olduğu takdirde “hedef” olabilirdi.

Nikos Moudouros

(devam edecek)

Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (4)

07 Ağustos 2013      

İslam’ın siyasi programda öne çıkarılmasının yol açabileceği sonuçların anlaşılmasıyla, dine ilişkin atıflar yeni partinin siyasi muhafazakârlığının altının çizilmesi noktasına indirgendi. Erdoğan İslam dininin, artık partinin temel referansını teşkil etmesine son verildiğini ve sadece muhafazakârlığının bir yapısal öğesi olduğunu gösterme çabası ile “Dini, dindarları ve dini değerlerin toplumsal işleyişini kabul eden bir parti ile dini devlet organlarının katkısıyla ideolojiye dönüştürme aracılığıyla toplumun zorunlu değişimini hedefleyen bir parti arasında büyük bir fark vardır” diye vurguluyordu.

Bu arada, (örneğin Kıbrıs sorunundaki, Avrupa Birliği’ndeki ve Irak’taki gelişmeler gibi) ülkenin büyük sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dönemde, partinin kuruluşundan sadece 15 ay sonra iktidarı devralması bir an için partinin ideolojik temeline yönelik çalışmaların aleyhine işleyecekmiş gibi göründü. Bu boşluk 2004’ün Ocak ayında yapılan “Muhafazakâr Demokrasi” uluslararası sempozyumun organizasyonu ile dolduruldu. Sempozyum, Türkiye “Liberal Düşünce Topluluğu”nun katkısıyla düzenlendi ve merkezinde AKP’nin ideolojik “manifestosu” olarak muhafazakâr demokrasinin geliştirilmesi konusu vardı. Partinin temel teorisyenlerinden biri ve muhafazakâr demokrasi hakkındaki metnin yazarı olan Yalçın Akdoğan tarafından daha sonra iddia edildiğine göre, partinin o dönemde iktidarda olması ideolojik programda daha fazla “realizm”in olması yönünde katkıda bulunduğundan dolayı bir avantajı teşkil etti. Erdoğan sempozyumun açılışında “bu çalışma, demokratik bir çerçevedeki muhafazakârlık olarak tanımladığımız siyasi düşünceyi kodlayarak, Türk siyasal yaşamına muhafazakâr demokrasi anlayışını vermeyi hedeflemektedir” diyerek, partisinin Türk siyasi hayatında çok bilinmeyen, nispeten yeni bir siyasi teorinin yerleşmesini hedeflediği mesajını veriyordu.

İki boyutlu “muhafazakâr demokrasi” aracılığıyla, parti Türkiye’nin kültürel tecrübesi anlamında muhafazakâr, ancak çağdaş kurumların savunulması anlamında demokrat olacak bir ideolojik temeli belirlemeyi arzuladı. Bu çerçevede, Türkiye’nin aynı geleneksel değerleri, tarihi ve kültürel referansları çağdaş ve modern kurumlara tamamen uyacağından, ülkenin “modernleşmesi” için bir araca dönüştürüldü. Erdoğan “AK Parti’nin muhafazakârlıktan anladığı, mevcut kurum ve ilişkilerin korunması değil, bazı değerlerin ve kazanımların korunmasıdır. Koruma ise değişime ve ilerlemeye kapalı olma değil, özü yitirmeden gelişmeye uyum sağlamaktır” diye vurgulayarak, bu şekilde Türkiye’nin kendine özgü geleneksel değerlerinin ekonomik ve siyasi kalkınma yönünde bir araca dönüştürülmesine işaret ediyordu.

Bu anlamda, AKP’nin muhafazakârlığı Türkiye’nin kültürel değerlerini değişimleri motive edecek güç olarak öne çıkaran bir düzeyde gelişiyordu ve dolayısıyla dış baskılar ve eksenler reform sürecinin temel kısmını teşkil etmiyordu. Abdullah Gül, partinin resmi olarak kuruluşundan önce beklenmedik bir zamanda “Biz Türkiye’nin siyasi bir transformasyon geçireceğine inanıyoruz. Bu süreçte iki akım olacak. Biri dışarıdan gelen tazyikle transformasyona yönelen akım, diğeri ise yerli akım. İç dinamiklerle transformasyonu sağlayacak akım. İşte biz bu akımı temsil edeceğiz ve bütün Türkiye’yi kucaklayacağız” diyordu.

Ancak Türkiye’nin geleneksel değerlerinin öneminin korunması yoluyla değişim, yani muhafazakâr demokrasinin sözünü verdiği süreç, radikal bir süreç değildi. Tam tersine radikalizm partinin ideolojik çerçevesinde reddedilmekteydi. Türkiye’deki siyasi transformasyon kapitalist sistemin yerleşik anlayışlarının ve yapılarının eşliğinde ve aşamalı bir şekilde olmalıydı. Mevcut yapıları sarsmadan, ülkenin siyasi yaşamında bu tür bir değişikliğin başarılması için direkt çatışma değil, uzlaşma gerekiyordu. Yani Kemalist düzen ile Kemalizm’in “modernleşmesine” götürecek yenilenmiş bir ilişki şarttı. Partinin muhafazakârlığı bu önemli yanı da içeriyordu. Akdoğan siyasetin bir uzlaşma alanı olduğunu ve dolayısıyla toplumsal düzeydeki farklılaşmaların, Türkiye’nin zenginliğini teşkil etmeleri için, karşılıklı saygı ve karşılıklı anlayışla yansıtılmaları gerektiğini söylüyordu. Tam da bu sebepten dolayı AKP “radikal değişim karşısında, evrimsel değişimi desteklemekte, radikalizm karşısında ılımlılığı temel almakta ve geleneğin, ailenin ve geçmişin bütün sosyal kazanımlarının korunmasının gerekliliği inancındaydı”.
Nikos Moudouros

(devam edecek)

Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (3)

31 Temmuz 2013

Bu düşünce temelinde, Türkiye’deki siyasal İslam tecrübesi, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyimi, pek çok entelektüel açısından, Batı’nın modernleşmesine katkıda bulunan tarihsel süreçlerin ve yapısal değişikliklerin Müslüman toplumlarla ilgili olmadığı görüşünü dile getiren ilginç bir öneriydi. Böylece Türkiye’nin dindar Müslümanlarının “yeni” burjuva sınıfı ve onun siyasi hedefleri hakkındaki tartışmalara paralel olarak,  insan hakları, demokratikleşme ve laiklik ile İslam dininin ilişkisine dair arayışlar zirveye çıktı. Özellikle 1997 darbesinden sonra, Türkiye’nin Müslüman entelektüelleri “yakın bir zamana kadar” batı terminolojisini benimseme gereksinimini hissettiler ve Kemalist elite karşı ittifaklarını genişletme çabasına giriştiler.

Bu arayışlara göre, Türkiye’nin kendi modernleşmesiyle yüzleşmesi ve “Batı dışı” olası sorunlara karşı koyması, yani “Müslüman bir toplumda mümkün olabilen laiklik” ilkesi merkezinde, kendi tarihi, kültürü ve yapısı temelinde yanıtlar bulması gerekecekti. Yani Batı’dan tepeden inme bir şekilde kopyalar temelinde değil, Türkiye’nin kendisine özgü tarihsel-kültürel özellikleri temelinde kalkınmasının yeniden yorumlanmasını ele alması gerekecekti. Örneğin Ali Bulaç, özgür siyasal katılımın ve şiddet kullanmadan iktidar değişiminin İslami ilkelere tamamen uygun olduğu ve bunların sadece Batı düşüncesinin ayrıcalıkları olmadığı düşüncesini destekliyordu.

Türkiye’deki sosyopolitik gelişmeler ve aynı zamanda bu teorik arayışlar ve tartışmalar çerçevesinde, AKP kendi kimliğini sistematikleştirmeyi hedefledi. Bu,  üstelik daha öncesinde önemli bir parlamenter muhalefet deneyimi olmaksızın erkin yönetimini üstlenmesi göz önüne alındığında, oldukça ciddi bir zorunluluktu. Kısacası, Aksiyon dergisinin ilgili makalesinin başlığında da yazdığı gibi, AKP kısa sürede “iktidarı bulmuştu” ve şimdi de “kimliğini aramak” zorundaydı.

Yeni hükümet partisinin ideolojik arayışlarının belki de en temel iki boyutundan birincisi 1997 darbesinin,  2001 ekonomik krizinin, 11 Eylül’ün, “ılımlı İslam’ın” hâkim olması gereksiniminin ve “İslami” burjuvazinin bilincine varılması başta olmak üzere Türk siyasal İslamı’nın toplumsal tabanındaki değişikliklerin yol açtığı koşullara partinin ve politikalarının uyumu konusuydu. İkinci boyut ise, neoliberal modernleşme çabasında Türkiye’nin geleneksel değerlerini ve kendine özgü tarihsel ve sosyal unsurlarının içeren bir anlayışın teorik olarak sistematikleştirilmesiydi.

Erbakan’ın Refah Partisi’nin kısa süren hükümet tecrübesi ve daha genel olarak Milli Görüş Hareketi’nin mirası ve özellikle 1997 darbesi sırasında siyasal İslam’ın kovuşturmaya uğraması yenilikçilerin yeni partisi için önemli bir özeleştirel referanslar sürecini oluşturuyordu. Darbenin İslamcılar içerisinde yol açtığı sonuçlar aynı zamanda dinin siyasette kullanımı konusunda farklı tez ve analizler içeren bir “arınma mekanizması”nı da yarattı. AKP, Erbakan’ın ve Milli Görüş Hareketi’nin geleneksel İslamcı anlayışını terk ederek ve 1997 darbesinin “hesabını ödemeyi” bu anlayışa bırakarak, siyasal olarak hayatta kalmayı ve Müslümanların “yeni” burjuva sınıfının daha iyi temsil edilmesini güvence altına almayı tercih etti. Söz konusu “arınma mekanizmasının” yaratılmasında ve dinin kullanılması hakkındaki özeleştirinin oluşumunda 1997 darbesinin etkisi bizzat Erdoğan’ın bilinen şu sözünde çok iyi yansıtılıyordu: “28 Şubat’ta Milli Görüş gömleğini çıkardık”.
Nikos Moudouros

(devam edecek)

Gazedda Kıbrıs

Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (2)



24 Temmuz 2013
11 Eylül 2001 sonrası uluslararası ortamda iz bırakan gelişmeler, sonuçta dünya çapında daha geniş teorik arayışların teşvik edilmesi yönünde de çok önemliydi. AKP’nin ideolojik kimliğini somutlaştırmaya çalıştığı bu dönemde, ortaya çıkan yeni durumda İslam’ın pozisyonu hakkındaki tartışmalar dünyanın başka yerlerinde de doruğa ulaşıyordu. Söz konusu dönemin hâkim anlayışlarından biri, aynen Batı’da olduğu şekilde, şehirleşme, sanayileşme, sekülerleşme, teknoloji ve medyanın gelişmesi gibi süreçlerin içinde yer aldığı “birleşik paket” halindeki bir modernleşmeyi istiyordu. Bu çerçeve içinde, modernleşme demokrasi için önkoşulu teşkil ediyordu ve bunun süreçleri batı kaynaklı “birleşik bir paket” olduğuna göre demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değerler İslam ile uyumlu değildi. Sadece ve mutlak olarak batı standartlarındaki “monolitik” bir modernleşme süreci teorisi aşamalı bir biçimde yara aldı ve zamanla üzerinde kuşku duyulur hale geldi.

Dünya çapında (ve İslam dünyasında) kapitalist kalkınmanın genişlemesi ve yaşamın tüm alanlarında İslam dininin güçlendirilmiş varlığı gibi iki temel gelişmenin bileşimi İslam’ın neoliberal küreselleşme sürecine engel teşkil etmediği yönünde başka bir entelektüel grubun düşüncelerine katkıda bulundu. 21. yüzyılın başlarından itibaren, İslam’ın toplum içerisindeki yoğun varlığı gibi Türkiye’yi ilgilendiren sorunlar yoğun tartışmalara da yol açarak Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde de gözlendi. İslami başörtüsünün ve camilerin Avrupa başkentlerindeki varlığı, pek çok Batı şehrinde Müslüman ve Hıristiyan Avrupalıların kamusal ve özel sektörün aynı binalarında birlikte var olması ve ortak faaliyetleri bu yeni tartışmayı tetikleyen öğeler oldu.
Neoliberal model temelinde kapitalizmin daha gelişmesi ve Müslümanların Batı’ya doğru hareketi, bu iki temel gelişme İslam ve demokrasi teorilerine modernleşmenin laikliği içermemesi hususunu ekledi. Örneğin Mısırlı yazar Ahmad Şevki El-Fencari, Ahmad Shanqi al-Fanjari Müslüman entelektüellerin eserlerindeki demokratik hak ve özgürlüklerin uzun bir listesini kaydederek, “Avrupa’da özgürlük diye adlandırılan şey, bizim dinimizde adalet (adl), hak (hak), danışma (şura) ve eşitlik (müsavat) olarak belirlenmiş olan şeylerdir. Çünkü özgürlük ve demokrasinin kuralları adaletin, halkların haklarının ve milletlerin kendi kaderlerini belirleme sürecine katılımının bir araya gelmesinden oluşmaktadır” sonucuna varmıştı. Bu durumda İslam, modernizmin temel değerlerini, burjuva tipi demokrasinin önkoşullarını içermektedir. Bu anlamda, bir “prototip merkez”, mutlak olarak Batı’da yansıtılan bir prototip arayışını modernleşme için temel konu olarak ele alan araştırmalar “bu merkezin kaydığı” görüşünü temel eksen edinen şüphelerle karşılaştı. Bu yaklaşıma göre, neoliberal küreselleşme “modernleşme merkezinin” kaymasına belirleyici olarak katkıda bulundu ve dolayısıyla İslam dünyasının bu sürece katılımı ekonominin küreselleşmesinden “Batı’nın özelliklerinin” çıkarılmasını (bunu başardığı anlamına gelmemekle beraber) talep etmektedir. Daha sonra Türkiye’nin 60. ve 61. hükümetlerinde Dışişleri Bakanı olan Profesör Ahmet Davutoğlu Batı’da “başlayıp bitmeyen” bir küreselleşme teorisini şöyle yorumladı: “Eğer bundan sonra uluslararası bir düzen oluşturulacaksa, küreselleşmeyle adaletli bir dünya oluşturulacaksa, burada her medeniyet havzasının bu yapıya katılmasının sağlanması lazım. Bunun için de din sosyolojisi, artık batıdaki sosyolojik yöntemlerin diğer toplumlara aktarılması şeklinde değil, diğer toplumların kendi dünyaları içinde anlaşılarak yapılması gerektiği çerçevesini sunuyorum. Mesela, eğer bütün dünyada felsefe, iktisadi, siyasi düşünce sahibi Eflatun ve Aristo ile başlayıp, Roma ile devam eder, Hıristiyanlıkla sürer ve son Reform, Rönesans ve Modernite hareketiyle biterse, bu belki eskiden sömürgecilik döneminde anlaşılabilir bir şey. Ama şimdi bunu bu ders kitapları formatında bütün dünyaya yayarsanız, bu fiilen batı dışındaki bütün medeniyetlerin, yani dünyanın dörtte üçünden daha fazlasının tarih dışına itilmesi anlamına geliyor…”.
Bu anlayışlar aşamalı bir şekilde başka liberal entelektüellerden de destek buldular ve modernleşme ile burjuva demokrasisinin yalnızca “Batı versiyonu” doktrini karşısında alternatif düşünce oluşturdular. Başkan Obama’nın Müslüman cemaatler nezdindeki özel temsilcisi olarak görev yapan, Keşmir doğumlu ABD vatandaşı Farah Pandith, “Müslüman olmak ile Batılı olmak arasında bir tercih yapmak gerekmiyor; İslam’la demokrasi iç içe var olabileceği gibi, bir insanın hem modern hem Müslüman olması da mümkün” demektedir. Bu karakteristik ifade Batı’nın bu konuda başı çekmesini şüpheyle karşılayan “alternatif” bir yenilikçilik ve modernleşme anlayışını fotoğraflamaktadır. Bu anlayışa göre, artık bir toplumda kapitalizmin gelişmesi için, toplumun batılılaşma sürecinden geçmesi şart değildir. Sosyolog Nilüfer Göle Batı’nın bir parçası olarak Türkiye’nin aynı zamanda kendi bölgesinde merkez bir ülke olduğunu ve İslami başörtüsünün Türk devletinin laik niteliği için tehdit teşkil etmediği örneğiyle, İslam dininin demokrasiyle normal bir biçimde bir arada var olabileceğini belirli bir bölgeye yönelik olarak Türkiye’nin kanıtlayabileceğini savunmaktadır. Dolayısıyla Göle’ye göre, sonuçta Türkiye “Batı dışı”bir modernleşme örneğini, yani “alternatif bir modernleşme” örneğini teşkil edebilir.
 
(devam edecek)

Nikos Moudouros

Çapulcu’nun kıbrıslıcası nedir?




Birkaç hafta önce sorduğum çapulcu’nun kıbrıslıcası nedir sorusuna işte Kıbrıslıtürklerden yaratıcı cevaplar!

1. Çapaçulli
 
2. Isgarta
 
3. Besleme
 
4. Zibidi
 
5. Gendigelen
 
6. Paçavulli
 
7. Ganimetçi
 
8. hazır yeyici
 
9. Paçaçulli
 
10. Gomonist
 
11. Çapullari

Muhafazakâr Demokrasi’nin Parti Kimliği: Başka Bir Türk Modernleşmesi Mi? (1)



17 Temmuz 2013    
AKP, ilk ortaya çıktığı andan itibaren pek çok analist için bir tür siyasi “bilmece”yi teşkil ediyordu. Partinin “bilmece yanı” kuruluşundan itibaren çok kısa bir süre içinde dönemin neredeyse bütün toplumsal hoşnutsuzluğunu kendi çıkarına kullanmayı başararak ülkenin yönetiminde güçlü bir varlık olarak ortaya çıkmasına odaklandı. Türkiye’deki yeni hükümet partisi etrafında başlayan arayışlar, lider kadrolarının çoğunluğunun siyasi geçmişi göz önüne alındığında hem partinin ideolojik kimliğiyle, hem de ülkeyi istikrar koşullarında yönetme becerisiyle ilgiliydi. Ancak son tahlilde, bu yeni siyasi parti Türkiye’nin içinde ve dışında yaşanan geniş ve karmaşık süreçlerin sonucuydu. AKP’nin ortaya çıkışı ve egemen oluşu Türkiye’deki toplumsal farklılaşmaların ve aynı zamanda uluslararası gelişmelerin kapsamlı bir yansımasıydı. İdeolojik kimliğinin belirlenmesi ve sistemleştirilmesi çabasının bütün bu gelişmeleri dikkate almak zorunda olması hiç de tesadüfî değildir.

Nitekim 1990′lı yıllardan itibaren ve özellikle 21. yüzyılın başında İslam’ın batı tipi demokrasi ile ilişkisi etrafındaki tartışmalar dünya çapında alevlenmişti. ABD’deki 11 Eylül 2001 terörist saldırıları, Türkiye’nin de içinden eksik olamayacağı bu tartışmalara yeni bir boyut verdi. Bu somut tartışmalarda Türkiye’nin eksik olamamasının temel sebebi her şeyden önce siyasi idi ve ABD ile NATO’nun Avrasya bölgesine yönelik planlarıyla doğrudan bağlantılıydı. 11 Eylül saldırıları bölgeye ilişkin olarak zaten 1990′lı yıllarda ortaya çıkan teorik süreçler aracılığıyla, Amerikan dış politikasının Türkiye’ye yeni, çok boyutlu bir rol vermek için aradığı bahaneyi teşkil etti. Örneğin çeşitli Amerikan hükümetlerinin Ulusal Güvenlik ve Dış Siyaset konuları eski danışmanı Zbigniew Brzezinski’ye göre, “Karadeniz bölgesini istikrarlı hale getiren, Akdeniz’e erişimi kontrol eden, Rusya’yı Kafkaslarda dengeleyen, Müslüman fundamentalizmine karşı bir panzehiri teşkil eden ve NATO’nun güney sığınağı olarak kullanılan” Türkiye Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Avrasya’da ABD’nin hegemonya rolünün devam etmesi hedefi açısından çok önemliydi.
2001 Eylülündeki olaylardan sonra, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına karşı en temel “tehdit” İslamcı fundamentalizmdi ve tam olarak bu noktada daha geniş planlamalarda ve özellikle de “terörizme karşı savaş” doktrininin ekonomik ve siyasi çerçevesinde Türkiye’nin önemi aşamalı bir şekilde arttırıldı. Orta Doğu’da, Arap dünyasında ve daha geniş olarak Avrasya’da Türkiye’nin öneminin arttırılması çabası bölgeye ilişkin Amerikan planlarının askeri eksenine ve özellikle de “Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi” aracılığıyla ifade edilen siyasi ve ekonomik eksene dayanıyordu. Bu proje, BM Kalkınma Programı’nın himayesi altında ve 2002-2005 döneminde Arap entelektüelleri tarafından kaleme alınan Arap dünyasının kalkınması konulu raporlardan belirleyici olarak etkilendi. Söz konusu raporlarda, bölgenin problemlerinin demokrasi eksikliği, düşük eğitim düzeyi ve güçlü, geniş bir özel girişimci sektörün olmamasından kaynaklandığının altı çiziliyordu . Dolayısıyla, İslamcı fundamentalizmin silahlı biçiminin etkisizleştirilmesinin ötesinde, Amerikan planları çerçevesinde ortaya çıkan gereksinim bu bölgenin küresel kapitalist sisteme entegrasyonuydu. Türkiye, bazı önkoşullar altında, bir neoliberal ekonomik kalkınmanın ve gelişmiş pazarlara entegrasyonun iyi bir “örneği” idi .
11 Eylül terörist saldırılarından sadece birkaç hafta sonra, ünlü Economist dergisi yayınladığı bir makalede ABD’nin Ortadoğu’daki “tek Müslüman müttefiki” olarak Türkiye’nin öneminin arttırılmasının altını çiziyordu. Bu yeni uluslararası düzende Erdoğan’ın kendisinin ve partisinin ideolojik ve siyasi tezleri temelinde sahip olacakları önemin altının çizilmesi özellikle karakteristikti . Kısacası, Türkiye’nin işlevi konusunda ABD ve müttefiklerinin aradıkları, neoliberal değerlerle beraber ılımlı bir İslam” kavramını temsil edecek, İslam dünyası için bir “örnek bir model”in öne çıkarılmasıydı . 11 Eylül 2001′in uluslararası alanda yarattığı durumun içerisinde partisinin oynayacağı rolü bizzat Erdoğan’ın kendisi betimleyici bir şekilde tanımladı. Erdoğan 2002 Ocak ayında Amerikan Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde (Center for Strategic and International Studies – CSIS) konuşurken “Partimizin görüşüne göre, terörizmin bertaraf edilmesi için askeri önlemler yeterli değildir. Batı ile İslam dünyası arasındaki karşılıklı anlayış askeri önlemler kadar önemlidir. Türkiye gibi bir ülke ve bizim partimiz gibi bir parti bu karşılıklı anlayışa katkıda bulunabilir. Eksiklikler olmasına rağmen Türkiye’de demokrasi işlemektedir ve laiklik tartışılmasına rağmen anayasal düzeni teşkil etmektedir. Bu özellikleriyle Türkiye örnek bir devlet olabilir” diye vurguladı .
Erdoğan’ın bu sözleri, hangi vesile çerçevesinde söylendiğine bakıldığında, özel bir önem kazanmaktadır. AKP lideri o zaman “Dinler arasında Barış” konulu New York’taki bir toplantıya devlet yetkilisi olarak değil, bir parti lideri olarak davet edilerek ABD’ye gitmişti. Bu bir taraftan ABD’deki çeşitli güçlü çevrelerin yeni partiye ilişkin tercihini gösteriyordu , ancak diğer taraftan da bizzat Erdoğan’a “Müslüman bir demokratın” ideolojik kimliğinin temellerini bütünsel bir biçimde öne çıkarma fırsatını veriyordu .
Nikos Moudouros
(devam edecek)

Neoliberalizme karşı büyük bir mücadelenin gerçekleri

Troyka’nın memorandumu ve Kıbrıslırum emekçilere dayatılan kuşkusuz acı verici koşullar hakkında çok şey söyleniyor ve yazılıyor. Bu konuda yapılan dezenformasyon sadece Kıbrısrum toplumunu hedef almamaktadır. Kıbrıstürk toplumu da kapitalist kriz gibi önemli konular hakkında yapılan somut dezenformasyonun “kurban”ıdır.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin son iki yıl içinde bulunduğu kötü ekonomik durumun bazı büyük Kıbrıs bankalarının Yunanistan ekonomisine yaptıkları aşırı derecede büyük yatırımların sonucu olduğu öncelikle dikkate alınmalıdır. Yunanistan ekonomisinin çöktüğü bir dönemde Kıbrısrum bankacılık sistemi Yunan tahvillerini satın alarak fırsatçı bir şekilde kazanç sağlamaya karar verdi. Çok karakteristik olarak, altı ay içinde, 2009’un Ekim ayından 2010’un Nisan ayına kadar, Kıbrıs Bankası 2 milyar avro değerinde tahvil satın aldı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bankacılık sektörünün Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla’nın sekiz katı büyüklüğünde olduğu göz önüne alındığında, sermayenin açgözlülüğünün yol açtığı zarar daha kolay algılanabilir.

2011 yılından itibaren devlet uluslararası kredi piyasalarından kredi alamazken, “derecelendirme kuruluşları”nın 2010’dan itibaren Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yaşanan krizin, bankaların yaptıkları tercihlerin sonucu olduğunu vurgulamaları hiç de tesadüfî değildir. Nitekim Hristofyas hükümetinin bilinen Destek Mekanizması’na başvuruda bulunma zorunda kalmasının tek nedeni de budur.

Troyka’nın Kıbrıs’a geldiği andan itibaren, bu yapının koşullarının içeriğine ilişkin olarak Sol güçlerin hiçbir sahte beklentisi ya da yanılsaması yoktu. Kaldı ki bu konuda örnekler oldukça çoktur. Troyka ve reçeteleri, özünde kapitalist gelişmenin en üst aşamasını özelliklerini yansıtmakta ve bu aşama da güçlü devletlerin yeni sömürgecilik metotlarını uygulamalarının yolunu açmaktadır. Uygulanan politikalar durgunluğa, çalışanların yaşam düzeylerinin düşürülmesine, sosyal devletin lağvedilmesine, çalışma ilişkilerinin sermayenin çıkarına yeniden yapılandırılmasına ve çokuluslu şirketlerin kazancının yoğunlaşmasına kârlarının artmasına yol açmaktadır. Doğal olarak Hristofyas hükümetine Troyka’nın yaptığı ilk önerileri de tamamen bu muhafazakâr neoliberal çerçeve içerisinde olan önerilerdi.

Bu koşullarda, Dimitris Hristofyas hükümetinin önünde üç seçenek vardı: 1. Memorandumun kabul edilmemesi ve müteakiben devletin ödemelerinin durması ve çöküşü. 2. Troyka’nın tüm koşullarını kabul edip yeni sömürgeci anlayışına ve muhafazakâr koşullarına teslim olması. 3. Onurlu bir müzakere mücadelesi vererek, ikna etmeyi hedeflemesi ve yapılacak olan fedakârlıklar acı verici olsa da çalışanların stratejik çıkarlarını koruması. Sonuçta Hükümet üçüncü ve en zor seçeneği seçti. Bu çerçevede, verilen mücadelelerle bazı önemli hususlarda başarı sağlandı.

Hristofyas hükümeti enerji kaynaklarında Kıbrıs’ın tam denetimini korudu ve sonuç olarak gelecekte bunların değerlendirilmesini güvence altına aldı. Bu, ekonomik güçsüzlükten yararlanarak ülkenin zengin kaynaklarını denetimleri altına almayı isteyen bazı güçlü uluslararası faktörlerin ve tekellerin açık yenilgisini teşkil etmektedir. Aynı zamanda bu, doğal gazın gelecekte Kıbrıs sorununun çözümü için katkısını da korumaktadır. Enerjinin özel sektöre olası devri bu kaynakların merkezi denetiminin federal hükümette olmasının ortadan kaldırılması anlamına da gelecekti.

Bunlara paralel olarak, hükümet kâr eden yarı kamusal kuruluşların özelleştirilmesini de bu ilk aşamada önlemiş oldu. Uluslararası Para Fonu’ndan borçlanma ihtiyacı içerisinde olan bir ülkede böylesi bir şey ilk kez başarılmaktadır. Bu, alternatif bir örneğe yol açmaktadır ve Uluslararası sermayenin muhafazakârlığına bir yanıtı teşkil etmektedir.

Sonuç olarak, Cumhurbaşkanı Hristofyas çalışma ilişkilerini tamamen ve kalıcı bir şekilde altüst edecek neoliberal taleplere karşı direnmeyi başardı. Çalışanların mücadeleleriyle elde ettikleri Eşel Mobil sisteminin uygulanmasına ve 13. maaş gibi kazanımlara sınırlamalar gelse de, bunlar lağvedilmemektedir. Bu da emekçilerin talep etme mücadelelerinin durmaması için bir perspektif açmaktadır.

Tehlikelerden kesin olarak kaçınıldığını elbette hiç kimse iddia edemez. Kıbrısrum toplumunun yoksul katmanları açısından zor durum varlığını korumaya devam etmektedir ve Kıbrısrum sermayesinin saldırganlığının devam edeceği de kesindir. Bu çerçevede, işçi hareketi sosyal ve ekonomik haklarını savunmak ve gelecekte genişletmek için örgütlülüğünü güçlendirmeye çağrılmaktadır.

Nikos Muduros

Yeni Düzen 16.12.2012

Kıbrıslıtürklerin direnişi

Türkiye Dışişleri Bakanı 2012 Şubatında yaptığı bir açıklamada, KKTC’nin ekonomik reformlar yapabilmesi için, bir merkez tarafından alınacak kararları daha alt kademelerin reddedememesini sağlayacak şekilde devletin işleyişinin değişmesinin gerekli olduğunu söylemişti. Davutoğlu bu sözleriyle Kıbrıs’ın kuzeyindeki yapıların varlığının, işleyiş biçimlerinin ve hizmet ettikleri hedeflerin kapsamlı bir biçimde yeniden değerlendirilmesi gerekliliğine işaret ediyordu. Kısacası bu sözlerde bütünsel bir neoliberal dönüşüm çabasının çekirdeği saklıydı.

Bu dönüşümün hedefi işgal altındaki bölgede kurulmuş olan yapıların karakterinin değil, yeni bir siyasal-ideolojik düzenin oluşturulmasına hizmet edecek şekilde işleyiş biçimlerinin değiştirilmesidir. İşgal altındaki bölgenin Türkiye sermayesine daha fazla açılması, siyasal yapının bu yeni ekonomik kurallara uyacak şekilde düzenlenmesi ve hedeflenen değişimin siyasi aktörlerinin yaratılması böylesi bir değişimin ana özelliklerini teşkil etmektedir. Bilinen üç yıllık mali protokoller yukarıda değinilen hedeflerin yaşama geçirilmesinin araçlarıdır. Bu protokoller sadece bazı “teknik direktifleri” içeren belgeler olarak değil, bilakis neoliberal yönde kapsamlı ve bütünsel siyasi programlar olarak algılanmalıdır.

Bunlara paralel olarak, Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye ile mevcut ilişkileri nedeniyle de, bu “çağdaşlaşma” modelinin Türkiye’de hükümette olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin izlediği reçetenin temel karakteristik bir özelliğini, yani bugünkü Türk siyasi İslamcılığıyla neoliberalizmin bağlantısını de beraberinde Kıbrıs’a getirmekte olduğu kaydedilmelidir. Dolayısıyla bu protokollerin ifade ettikleri politikanın içeriğinin ve bunların tüm Kıbrıs halkı açısından yol açacakları sonuçların yanı sıra, bu somut politikanın Kıbrıstürk toplumu içerisinde meşrulaştırılması çabasının da deşifre edilmesi de önem taşımaktadır.

Bu politikanın uygulanmasının sonuçlarının ortaya çıktığı ilk aşamada Kıbrıstürk toplumunun siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan marjinalleştirildiği açıkça görülmektedir. İkinci aşamada ise, Türkiye hükümetinin ideolojik-politik hegemonyasının sağlanması için yoğun bir çabanın ortaya koyulduğu gözlemlenmektedir. Bu hegemonya sadece güçlü olanın güçsüz olana dayatmaları aracılığıyla değil, aynı zamanda güçsüz olanın rızasının ve onayının alınması aracılığıyla da kurulmaktadır. Yani yaratılan siyasal, ideolojik ve hatta ahlaki koşullar içerisinde güçlü olanın isteğinin ve siyasi programının kabul edilmesi doğal, “sağduyu”nun ürünü ve doğru bir tercih olarak sunulmaktadır.

2011 yazında Erdoğan’ın Kıbrıslıtürk gazetecilere yaptığı Kıbrıslıtürklere “bizim partimiz gibi bir parti lazım” şeklindeki açıklaması işgal altındaki bölgede kurulmakta olan bu hegemonyanın belki de en karakteristik anını teşkil etmektedir. Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı hakkındaki analizleri de dikkate alındığında, “tüm toplumun kendi dünyası” gibi görmesini istediği “kendi dünyası”nı AKP’nin Kıbrıs’ta da kurmayı arzuladığı görülmektedir. Bu yolla kendi iradesini kolektif “milli irade” olarak sunabilecek ve bunun aracılığıyla da adanın kuzeyinde yeni siyasal rejimin uzun ömürlü ve istikrarlı olmasını sağlayabilecektir.

Kıbrıstürk toplumuyla tarihi önemdeki kopmanın da işte bu noktada olduğu görülmektedir. AKP toplumun rızasını ve onayını almak için ihtiyaç duyduğu “yeni” aktörleri öne çıkarma hedefiyle siyasal partilere dahi müdahale etmektedir. Ancak Kıbrıstürk toplumunun ilerici kesimleri buna karşı direnmeye devam etmektedir. 2011’deki kitlesel eylemlerin “bu memleket bizim, biz yöneteceğiz” sloganı AKP’nin muhafazakâr hegemonyasına karşı Kıbrıslıtürk ilerici güçlerin kendi iradeleriyle yanıt vermeyi amaçladıklarını göstermektedir. AKP’nin dönüştürme planına karşı Kıbrıslıtürk ilericiler kendi değişim programını öne çıkarmaktadırlar. 2011 eylemlerinin ardından Kıbrıslıtürk muhalefet güçleri bu aşamada yenik durumda görünüyorlarsa da, şu tartışma götürmez bir gerçektir ki, Kıbrıslıtürk ilerici demokrat güçler toplumlarının Türkiye ile ilişkilerinin nitel değişim gereksinimini net bir biçimde ortaya koydular. Bu başarı tüm Kıbrıs tarihini belirleyici bir şekilde etkilemektedir ve Kıbrısrum toplumu da buna ilgisiz kalmamalıdır.

 

Nikos Muduros

Yeni Düzen Gazetesinde yayınlanmıştır, 18.11.2012

“Sıfır sorun politikası”nın gerçek yüzünün ortaya çıkması

İstanbul’daki Topkapı Saray’ının ana giriş kapılarından biri olan Bab-ı Hümayun’un sağ tarafında “Hakk’ın yeryüzündeki gölgesi”, sol tarafında ise “mazlumların sığınağı” yazılıdır. Osmanlı Sarayı’nın bu mermer kitabeleri Bâb-ı Âli’nin birkaç asır önce yaygınlaşmasını üstlenmiş olduğu “adalet ve ahlak” hakkında imparatorluğun yayılmacı bir anlayışına doğrudan gönderme yapmaktadır. Türk dış politikasının geniş ideolojik çerçevesi içerisinde ele alındığında, bu ifadelerin, daha öncesine nazaran çok daha güncel oldukları görülmektedir. Ancak Türk dış politikasının ve ülkemiz açısından bu politikanın sonuçlarının yol açtığı çıkmazların yorumlanmasına yönelik bir çabada, çoğunun hatta somut bir içerik dahi vermeksizin “yeni Osmanlıcılık” diye adlandırdıkları kavramın tek çerçeve olarak kullanılması yanlış olur. Eğer hedef Türk dış politikasının yapısal sorunlarının çok yönlü bir biçimde incelenmesi ise, o zaman başka hususların yanı sıra, son yıllarda Türkiye’yi yöneten siyasi İslam’ın temel dünya görüşünün analizinin de yapılması gerekir. 

AKP Türkiyesi’nin en önde gelen taleplerinden biri küresel yapıların, İslamcı kültürü ve onun coğrafyasını içerecek bir biçimde yeniden biçimlenmesidir. Yani Türk hükümetine göre kendisinin temsil edebileceği görüşünde olduğu bölgeleri içerecek bir biçimde yeniden biçimlenmesidir.  Bu hedefin iki temel ekseni vardır. Birinci eksende, Ankara 21. Yüzyılın yeni güçler dengesini yansıtacak şekilde dünya tarihinin yeni bir “yorumunu” hedeflemektedir. Kısacası İslam kültürünün ve Doğu’nun çağdaş evrensel kültürün bir parçası olarak öne çıkmasını talep etmektedir. Kısa bir süre önce İstanbul Küresel Forumu’nda Erdoğan bunu “İnsanlığın geçmişi Avrupa’dan, Amerika’dan ibaret değildir. Asya, Afrika, Orta Doğu, Balkanlar, Latin Amerika ve dünyanın diğer bölgelerindeki insanların da tarih anlatımında adaletli bir şekilde yerlerini almaya hakları var” diyerek vurgulamıştır.

İkinci eksende ise, Türkiye İslami dünyanın, en azından kendisinin temsil ettiğini ileri sürdüğü kısmın küresel siyasi ve ekonomik süreçlere entegre edilmesini talep etmektedir. Bu yaklaşımda, Batı’nın artık dünyanın merkezini teşkil etmediği inancı saklıdır. Sanayi üretimi ve ticaret, dolayısıyla da uluslararası sermayenin önemli bir kısmı güç dengelerini beraberinde sürükleyerek ve “eski periferi”de yeni iktidar merkezleri yaratarak, Doğu’ya doğru kaymaktadır. Son yıllarda Türkiye’nin, G-20’ler örneğini öne sürerek, BM’nin yapısının değiştirilmesi gerektiğini vurgulaması hiç de tesadüfî değildir. Dolayısıyla Ankara’nın talebi uluslararası ilişkilerin ve ekonominin içeriğinin değiştirilmesi değil, İslami dünyanın entegrasyonu ile genişletilmesidir.

Bu iki temel eksen teorik düzeyde kalmadı. Tam aksine, “sıfır sorun” sloganı altında Türkiye bunları özellikle eski Osmanlı coğrafyasında, Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da ve Balkanlar’da, yani tarihsel ve kültürel erişimlere sahip olduğu görüşünde olduğu somut bir bölgede uygulamaya sokmayı hedefledi. “Yumuşak güç” (soft power) aracılığıyla, askeri dayatmanın yerini açık diplomasi ve geniş Orta Doğu bölgesinde bir “Türk rüyasının” alınıp satılmasının almasıyla, yaptıklarının meşrulaştırılmasını arttırarak, Türk hükümeti “kendi” sosyoekonomik ve siyasi çağdaşlaşma modelini ihraç etmek için önündeki tüm engelleri kaldırmayı hedefledi.

Bu noktada bazı çelişkiler ortaya çıktı. Sıfır sorun doktrini komşularla barış doktrini değildi, bilakis nüfuzunu arttırmak için bir araçtı. Bölgedeki değişikliklerin ve aynı zamanda Ankara’yı artık karakterize eden kibirliliğin yeni engeller yaratması sonucunda, “yumuşak gücün” ardından şimdi Türkiye-Suriye sınır bölgesinde “sert” askeri ifadenin ortaya çıktığı görülüyor.

Maalesef bölgede rekabetler derinleşiyor. “Resmi” açıklamalarla koyulmaya çalışılan çerçevelerin dışında ve ötesinde, kurbanları yine bölge halkları olan ilan edilmemiş bir savaş yaşanıyor.  Tüm bu nedenlerden dolayı, Türkiye’de hâkim olan anlayışları anlamak için bugün daha yoğun bir çaba gösterilmelidir. Böylesi bir çaba ülkemizin ve halkımızın yeniden birleşmesi hedefine olumlu yönde katkıda bulunarak, işgal altındaki bölgede hâkim olan karmaşık süreçlerin gerçek yüzünün ortaya çıkarılmasında da yardımcı olacaktır.

 

Νikos Muduros

Yeni Düzen Gazetesinde yayınlanmıştır, 29.10.2012

“Azınlığın” ayrıcalıkları

Ekonomik kriz dönemlerinde bazı ideolojik eğilimlerin milliyetçilik ve ırkçılıkla bağlantısı ve uyumu daha açık bir şekilde görülmektedir. Kıbrıs da bir istisna değildir. Bazı politikacıların ve gazetecilerin, Kıbrıstürk toplumunu hedef alan ve özünde iki toplumun barış içinde birlikte yaşamasını ve işbirliğini bir siyasal suç haline dönüştürmeyi amaçlayan bir kızgınlığı ve öfkeyi Kıbrısrum toplumu içerisinde yaratma çabalarına son dönemde tekrar tanık olmaktayız.

Bazı Kıbrıslıtürklerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurumlarında işe alınması, Kıbrıstürk toplumuna verilen elektrik ve sağlık hizmetleri hakkında söylenenler ve yazılanlar “bu kadar Kıbrıslırum işsizken, Kıbrıslıtürklerin işe alınması kabul edilemez” şeklindeki açıklamalar kamu yaşamında yaratılması arzulanan milliyetçi öfkeyi yansıtan olgulardan sadece birkaçıdır. Kıbrısrum toplumu içerisindeki bu çevrelerin davranışlarının temelinde onların muhalefet etme tutkusu içerisinde olmalarının, Kıbrıs’ın iki toplumu arasında işbirliği çabalarına karşı koyarken sergiledikleri milliyetçiliklerinin hatta ırkçılıklarının olduğu şeklinde basitleştirilmiş bir yorum yapılabilir. Ancak bu yorum, Kıbrısrum toplumunun bir kesimi tarafından bu tür tepkilerin yıllardır ortaya konulmasının nedenlerine ilişkin sorulara tam olarak yanıt verememektedir.

Bu konu maalesef çok daha ciddi bir meseledir. Diğer hususların yanı sıra, iktidar ve iktidarın paylaşımı konusuyla da ilişkilidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir Helen devleti olduğu ve öyle kalmaya devam etmesi gerektiği yönündeki derin inançla bağlantılıdır. Bu inanç, devletin, Kıbrıslıların sadece Helenliliğinin vurgulanması ve güvence altına alınması gerektiği anlayışından beslenmektedir. Milli değerlere bağlılık diye adlandırılan anlayışla otoriter bir şekilde yönetilen bu Helenliğe somut bir içerik verilerek, kendi ideolojik egemenliğinden farklı olan ve bu egemenliğin genel olarak dışında olan her şey marjinalleştirilmektedir.

Kıbrıslıtürklerle ilgili olarak bazı politikacıların retoriği ve somut bazı gazetelerin yayınları aracılığıyla, Kıbrıstürk toplumu hakkında Kıbrısrum toplumunda yıllarca hâkim olan basmakalıp söylem tekrar gündeme getirilmektedir. Bu söylem aracılığıyla, Kıbrıstürk toplumu Kıbrıs tarihinin bir öznesi olarak değil, Türkiye’nin yayılmacı politikasının yansıdığı basit bir ayna olarak sunulmaktadır. Bu çerçevede, Kıbrıstürk toplumu Ankara’nın Kıbrıs’a yönelik politikasını kabullenen pasif bir nesneye, Türkiye’nin taksim politikasının hayata geçirilmesinde kullanılan bir “Truva atı”na dönüştürülmektedir.

Kıbrısrum toplumundaki milliyetçi çevreler yukarıdaki anlayışla Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eş yaratıcısı olan Kıbrıstürk toplumuyla eşit şartlarda muhatap olma sorumluluğundan kurtulmayı hedeflemektedirler. Kıbrısrum milliyetçiliğinin bağımsız Kıbrıs devletini ikinci bir Helen devleti olarak gören çerçeveyi oluşturan bazı doktrinler Kıbrıslıtürkleri kâh “Truva atı”, kâh Türkiye’nin yayılmacı politikasının “stratejik azınlığı” olarak nitelediler. Dolayısıyla onların anlayışına göre “Helen olmayan” her şey “Helen iktidarına” boyun eğmeli ve nüfusun Helen çoğunluğu tarafından belki de bazı “tavizlerle” sınırlandırılmalıydı.

Bu siyasi tutumun ülkenin geleceği açısından çok yönlü olumsuz sonuçları oldu. Kıbrıs’ta ikinci bir Helen iktidarı inancından ilham alan bazı çevrelerin faaliyetlerinin Kıbrıslıtürklerin bir kesimini Türkiye’nin bir kurtuluş çaresi olabileceğine görüşüne yönelttiği apaçık bir gerçektir. Ayrıca başka bir olumsuz sonuç da, Kıbrısrum toplumunun içerisindeki bu milliyetçiliğin Kıbrıstürk toplumunun içerisindeki milliyetçiliğin kendi “mitlerini” yaratmasına bu şekilde yardım etmesi oldu. Böylece Kıbrıstürk toplumunun büyük bir kesimi Kıbrısrum toplumu içerisindeki bu milliyetçiliğin karşısında kendi “işine gelen” bir pozisyonu aldı ve kendi aşırı uç liderlerinin milliyetçiliği karşısında eleştirel bir tutum almadı. Sonuçta Kıbrıs’ta milliyetçiliklerin birbirlerini beslemelerinin diğer bir yanı da budur.

Bu olguların maalesef bugün sadece uzak bir geçmişten söz ederken değinilen olgular olmadığı anlaşılmaktadır. Kıbrıslıtürklerin siyasi eşitliğine tahammülsüzlük, onların haklarını “kabul edilemez” olarak niteleyen karşı çıkış veya en iyi durumda “kaldırılması gereken ayrıcalıklar” olarak gören anlayış devletin Kıbrıslılığının ve gerçek bağımsızlığının önüne engeller koymaktadır. Böylesi anlayışlar devletin yeniden birleşmesinin temel öğesi olarak toplumların birlikte hareketini, işbirliklerini ve yönetimde yaratıcı bir biçimde yer almalarını öne çıkaran bilincin gelişmesini engellemektedir.

 

Nikos Muduros

Yeni Düzen Gazetesinde yayınlanmıştır, 16.10.2012