Kürt Sorununun Yılı Olarak 2025


Kürt sorununun “sarsıcı” önemi

Türkiye’de 2025 yılı, haklı olarak “Kürt sorununun yılı” olarak nitelendirilebilir. Geride bırakmakta olduğumuz bu yıl, Türkiye’deki Kürt sorunu açısından tarihsel bir dönüm noktası olarak öne çıkmaktadır; zira Türkiye hükümeti ile Kürt hareketi arasında uzun bir tarihsel sürece yayılan çatışma, müzakere ve tamamlanmamış dönüşümlerin deneyimlerini yoğunlaştırmıştır. Bu dönemde yaşanan gelişmeler, Erdoğan iktidar bloğunun Kürt hareketi üzerindeki denetim, entegrasyon ve ulusal güvenlik koşullarını yeniden tanımlama yönündeki stratejik tercihlerinden bağımsız olarak anlaşılamaz. Aynı şekilde 2025’teki gelişmeler, Kürt hareketinin – siyasi ve silahlı bileşenleriyle – kendi içindeki yeniden yapılanmalarından kopuk biçimde de değerlendirilemez. Kürt hareketi, artan baskı, kurumsal kısıtlamalar ve neredeyse sarsıcı bölgesel gelişmelerin yaşandığı bir ortamda hareket etmek zorunda kalmaktadır.

Bu çerçevede 2025, Kürt sorununun siyasi çözüm talebinin son derece zor bir dönemde yeniden gündeme gelmesine işaret eden tarihsel bir anı temsil etmektedir. Bu dönem, diyalog olasılığının; çatışmanın derinleşmesi ihtimaliyle, Türkiye içindeki demokratik temsil kanallarının zayıflamasıyla, Erdoğan iktidarının otoriterleşmesinin hızlanmasıyla ve Orta Doğu genelinde askeri pratiklerin yoğunlaşmasıyla birlikte var olduğu bir sürece denk gelmektedir. Dolayısıyla bu yıl, Türkiye devleti ile Kürt hareketi arasındaki ilişkinin biriktirdiği çelişkilerin yalnızca görünür hale geldiği değil, aynı zamanda sorunun bir sonraki aşamasını belirleyecek nitelik kazandığı bir kırılma yılı olarak okunabilir.

Kürt sorununun Türkiye’nin en belirleyici ve halen çözümsüz meselesi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, 2025’in mirası üzerine inşa edilecek olan bir sonraki yılın gelişmeleri, Türkiye devletinin genel yönelimlerini büyük ölçüde belirleyecek gibi görünmektedir.

İsrail saldırganlığı ve Kürt sorunundaki süreç

2024’ün sonlarına doğru, Türkiye’de aşırı sağın lideri ve Erdoğan’ın iktidar ortağı olan Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan’ı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşmaya ve PKK’nin sona erdiğini ilan etmeye çağırdığında, konuyla ilgilenen neredeyse herkes bu yeni politikanın arkasındaki niyeti kavramakta zorlandı. Zira Türkiye’deki aşırı sağ, tarihsel olarak yalnızca tutuklu Kürt liderin rolünü kabul etmemiş olmakla kalmamış, aynı zamanda Kürtlerin varlığını ve dolayısıyla taleplerini de reddetmiştir. Durum, 2025 yılı boyunca daha da karmaşık hale geldi; zira bu yeni dönemde Kürt sorunu konusunda devlet politikasını kamuoyuna taşıyan başlıca aktörün bizzat Bahçeli olduğu görüldü. Başlatılan – ancak hiçbir zaman resmen “barış süreci” olarak adlandırılmayan – yeni süreç, nihayetinde PKK’nin fesih ve silahsızlanma kararına yol açtı. 24 Kasım 2025’te ise süreç, partiler arası parlamenter komisyonun üç temsilcisinin İmralı Cezaevi’nde Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşmeyle yeni bir zirve noktasına ulaştı.

Peki bu sürecin, basit bir iletişim ve propaganda oyunu olmaktan öteye geçmesini sağlayan itici güç neydi? En azından Ankara açısından bakıldığında, Kürt sorununda yeni bir müzakere sürecinin başlatılmasının en ciddi – hatta belki de en belirleyici – nedeni, İsrail’in saldırganlığı ve bunun Orta Doğu’da yol açtığı derin yeniden yapılanmalardır. 7 Ekim 2023 sonrasında Türkiye için başlayan dönem, ülkenin bölgedeki geleceğini öngörülemez kılan dönüşümlere ve güç boşluklarına işaret etmektedir. Gelişmeler, hem askeri çevrelerin ve istihbarat servislerinin hem de Türkiye diplomasisinin, Kürt sorununun açık bir yara olarak kalmasının artık sürdürülemez olduğu yönünde bütünlüklü bir sonuca vardığını göstermektedir. Zira böylesi dramatik dönüşüm koşullarında sorunun yeniden üretilmesi, onu Türkiye’yi bütünüyle istikrarsızlaştırmayı hedefleyen diğer aktörlerin elinde bir araca dönüştürebilirdi.

Olası bir müzakerenin taraflarının temel pozisyonları

Kürt sorunundaki bir yıllık gelişmelerin ardından, artık tarafların temel eğilimleri ve dinamikleri daha net biçimde görünür hale gelmiştir. Erdoğan iktidarı ve iktidar bloğu, yeni sürecin “Terörsüz Türkiye” hedefi etrafında şekillendiğini vurgulamaktadır. Ancak bu yaklaşım, ülkede egemen ideolojik söylemin “terör” olarak adlandırdığı olgunun ortaya çıkmasına neden olan yapısal sebeplerin sorgulanması ve ortadan kaldırılmasıyla desteklenmediği sürece, otoriter çerçevenin yeniden üretilmesine hizmet edebilir. PKK gerillası olmaksızın “Terörsüz Türkiye”, belli ölçüde demokratikleşme olmaksızın da hayata geçirilebilir; ancak bu, barışı değil, yalnızca Erdoğan yönetimi altında siyasal sistemin yapay, geçici ve otoriter bir istikrarını garanti edebilir. Aynı doğrultuda, hükümetin Kürt sorununu daha geniş jeopolitik dengelere indirgemesi de benzer bir sonuca yol açabilir. Bu yaklaşım, Erdoğan hükümetinin iç demokratikleşme gibi stratejik önemdeki meseleleri es geçerek, fayda-maliyet hesabına dayalı son derece pragmatik bir tutum sergilediğini göstermektedir. Oysa kalıcı çözüm, demokratik bir devlet yapısı içinde Kürtlerin siyasi ve kültürel haklarının güvence altına alınmasını gerektirmektedir.
Kürt hareketi ise tüm bileşenleriyle – silahlı kanadından siyasi partisine ve bölgesel örgütlenmelerine kadar – Erdoğan iktidarı altında kapsamlı bir demokratikleşmenin mümkün olmadığının farkındadır. Buna rağmen, siyasi sistem içindeki konumunun iyileştirilmesini, baskıcı ve antidemokratik bazı yasaların değiştirilmesini ve Kuzey Suriye’de elde edilen kazanımların korunmasını hedefleyebileceğini bilmektedir. Nitekim Türkiye devletiyle en ciddi görüş ayrılıklarının ve Öcalan’ın en önemli kırmızı çizgilerinin de bu alanda yoğunlaştığı görülmektedir.

Aynı zamanda Kürt hareketi, sürecin merkezinde bizzat Öcalan’ın yer alması gerektiğini ve onun kurucu bir rol üstlenmesinin zorunlu olduğunu savunmaktadır. DEM Partisinin Öcalan’a yaptığı ziyaretler ve özellikle partiler arası parlamenter heyetin İmralı ziyareti, Erdoğan hükümetin de Öcalan’ın merkezi rolünü ve etkisini kısmen kabul ettiğini göstermektedir. Görünen o ki, Öcalan’a müzakerelerde başat bir rol tanınmaktadır. Bu durum, Kürt hareketinin tarihsel bir kazanımıdır. Bununla birlikte, Öcalan’ın rolünün yalnızca silahsızlanma düzeyine indirgenmesi ve Türkiye’nin güvenlik aygıtlarıyla sınırlı bir muhataba dönüştürülmesi ihtimali ciddi bir endişe kaynağıdır.

2025’in Kürt sorunu açısından kazanımları
Bugüne kadar 2025, sınırlı fakat özlü kazanımların elde edildiği bir yıl olarak kayda geçebilir. Bir yandan, Öcalan’ın yönlendirmesiyle Kürt hareketi PKK’nin feshi, gerilla birliklerinin Türkiye ve Kuzey Irak’taki bazı bölgelerden çekilmesi ve 30 gerillanın silahlarını yakmasıyla simgelenen silahsızlanma kararlarını aldı. Öte yandan, Türkiye devleti sessiz biçimde Öcalan’ın tutukluluk koşullarını iyileştirdi, İmralı’daki temasların görece serbestleştirilmesine gitti, Kürt siyasetçilere ve aktivistlere yönelik kovuşturmaları dondurdu ve askeri operasyonlara son verdi. Ayrıca, Kürt sorununun iç boyutlarına ilişkin bir hukuki çerçeve oluşturmakla görevli parlamenter komisyonun kurulmasına onay verdi. Bunlar, “yavaş” ilerleyen on iki aylık bir süreç için asgari adımlar olarak değerlendirilebilir. Ancak bu kazanımların önemi, geri döndürülemez nitelikte olmalarında yatmaktadır; 2026’da devam edecek herhangi bir sürecin bu temeller üzerine inşa edilmesi kaçınılmazdır.

Sürecin toplumsallaşması sorunu ve barışın çelişkileri
Mevcut sürecin temel sorunlarından biri, toplumsallaştırılamamış olmasıdır. Egemen siyasal ve devlet aktörlerinin teşvik ettiği barış, çoğu zaman çatışmanın sonu olmaktan ziyade, “savaş ekonomisinin” yeniden yapılandığı stratejik bir duraklama işlevi görmektedir. Bu bağlamda AKP hükümeti, süreci öncelikle Türkiye’nin çevre bölgelerini istikrara kavuşturma ve ekonomik olarak değerlendirme aracı olarak görmekte; yeni pazarlar açmayı ve özellikle Orta Doğu’da Türk sermayesinin etki alanını genişletmeyi hedeflemektedir.
Bu yaklaşım, sürecin kitleselleşmemesini ve toplumsal katılımın sistematik biçimde dışlanmasını da açıklamaktadır. Barış, kolektif bir toplumsal hedef olarak değil, teknokratik ve devlet denetiminde bir “güvenlik sorunu yönetimi” olarak sunulmaktadır. Sonuç olarak toplum, sürecin öznesi değil, pasif bir izleyicisi konumunda kalmaktadır. Bu koşullar altında, yalnızca silahlı çatışmanın sona ermesine indirgenmeyen; demokratik katılımı, toplumsal adaleti ve siyasal tanınmayı temel alan “aşağıdan” bir barışın inşa edilmesi ihtiyacı öne çıkmaktadır.

Muhalefetin farklı taktikleri
Sürecin toplumsallaştırılamaması, muhalefetin iç çelişkileri ve farklı stratejileriyle de doğrudan bağlantılıdır. Ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), devlet baskısına ve hükümetin kovuşturmalarına karşı günlük ve anlık tepkiler veren bir siyaset izlemektedir. Bu tutum, partinin siyasal varlığını sürdürmesi açısından gerekli olmakla birlikte, CHP’yi sürekli bir savunma pozisyonuna hapsederek Kürt sorununa dair uzun vadeli bir strateji geliştirme kapasitesini sınırlamaktadır.
Buna karşılık, DEM Parti daha uzun vadeli, “sabırlı” bir siyasal stratejisi benimsemektedir. İktidar partileriyle özdeşleşmeden Kürt sorununun çözüm sürecini canlı tutmaya çalışmakta, aynı zamanda Erdoğan’la tüm iletişim kanallarını koparacak bir kırılmadan kaçınmaktadır. Bu tutum, partinin muhalefet içindeki siyasal özerkliğini ve gücünü korumayı hedeflerken, siyasal yalnızlaşma riskini de beraberinde getirmektedir.
Muhalefet güçleri arasındaki eşgüdüm eksikliği ise etki alanlarının azami düzeye çıkarılmasını engellemektedir. CHP’nin, Abdullah Öcalan’a yapılabilecek olası bir parlamenter ziyaret gibi süreci siyasal açıdan yükseltebilecek ve daha geniş bir kurumsal meşruiyet kazandırabilecek girişimlerden uzak durması, bu kayıp fırsatlara çarpıcı bir örnektir. Her halükârda 2026, Kürtlerin ve Türkiye’nin bölgedeki geleceği açısından en kritik eşik olarak belirmektedir.

Nikos Muduros
Türk ve Orta Doğu Çalışmaları Bölümü, Kıbrıs Üniversitesi
Yeni Çağ gazetesinde yayımlanmıştır, 30 Aralık 2025

Σχολιάστε